İslâm'ın rükünleri, üzerine binâ olunan esaslarıdır ki bunlar, İbn-i Ömer'in -radıyallahu anhuma-, Nebi -sallallahu aleyhi ve sellem-'den rivâyet ettiği hadiste zikredilen beş tanedir.
Nitekim Nebi -sallallahu aleyhi ve sellem- bu konuda şöyle buyurmuştur:
"İslâm, beş şey üzerine binâ edilmiştir: Allah'ı birlemek (tevhîd), -başka bir rivâyette- Allah'tan başka hak ilâh olmadığına ve Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-'in Allah'ın kulu ve elçisi olduğuna şâhitlik etmek, namazı (dosdoğru) kılmak, zekâtı (hak edene) vermek, Ramazan orucunu tutmak ve haccetmektir.
Bunun üzerine bir adam:
- Haccetmek ve Ramazan orucunu tutmak şeklinde değil mi? Diye sordu.
(İbn-i Ömer) şöyle cevap verdi:
-Hayır. Ramazan orucunu tutmak ve haccetmek şeklindedir. Zirâ ben, Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem-'i böyle derken işittim."
Birincisi: Allah'tan başka hak ilâh olmadığına ve Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-'in Allah'ın kulu ve elçisi olduğuna şâhitlik etmek:
Bunun anlamı: Dille ifâde edilen bu şâhitliğe kesin bir şekilde inanmak demektir. Bu konuda kesin bir şekilde inanması, sanki onu gözleriyle görmüş gibi demektir. Şâhitlik olunanların (Allah ve elçisi Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-) birden fazla olmasına rağmen bu şâhitliğin İslâm'ın bir rüknü kılınması şunun içindir:
Ya Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem-, Allah Teâlâ'dan kendisine bildirilen şeyleri tebliğ edici olduğu içindir. Dolayısıyla Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-'in Allah'ın kulu ve elçisi olduğuna şâhitlik etmek, Allah Teâlâ'dan başka hak ilâh olmadığına şâhitlik etmenin tamamındandır.
Ya da bu iki şâhitlik; amellerin geçerli ve kabul olunması için bir esastır. O halde Allah Teâlâ için ihlaslı olmadıkça ve elçisi Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-'in sünnetine uygun olmadıkça bir amel, geçerli ve kabul olunmaz. Dolayısıyla ihlas ile "Allah'tan başka hak ilâh yoktur" şâhitliği, Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem-'in sünnetine uygun olması ile de "Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem- Allah'ın kulu ve elçisidir" şâhitliği gerçekleşmiş olur.
Kalbi ve nefsi, kullara kul olmaktan ve nebilerden başkasına tâbi olmaktan kurtarıp hürriyetine kavuşturmak,bu büyük şâhitliğin faydalarındandır.
İkincisi: Namazı (dosdoğru) kılmak:
Bunun anlamı: Namazı, bilinen vakitlerde ve şekiller-de dosdoğru ve tam bir şekilde, Allah Teâlâ için kılarak ibâdet etmek demektir.
İnsanın gönlün rahatlaması, içinin ferahlaması, nefsin çirkin ve kötü şeylerden alıkonulması, namazı dosdoğru kılmanın faydalarındandır.
Üçüncüsü: Zekâtı (hak edene) vermek:
Bunun anlamı: Zekât verilmesi gereken mallarda, farz olan miktarı (% 2.5), Allah Teâlâ için harcamaktır.
Nefsi, cimrilik gibi rezil bir ahlâktan temizlemek, İslâm ve müslümanların ihtiyaçlarını gidermek, zekâtı hak edene vermenin faydalarındandır.
Dördüncüsü: Ramazan orucunu tutmak:
Bunun anlamı: Ramazan ayının gündüzünde, orucu bozan şeylerden kaçınmak ve onlardan uzak durmaktır.
Hoşuna giden şeyleri terk etmekte Allah'ın rızâsını gözeterek nefsi eğitmek, Ramazan orucunun faydalarındandır.
Beşincisi: Beytullah'ı haccetmek:
Bunun anlamı: Hac ile ilgili ibâdetleri yerine getirmek için Beytullah'a yönelmek ve orayı ziyâret etmek demektir.
Allah Teâlâ'ya itaat etmekte maddî ve bedensel güç harcayarak nefsi eğitmek, Beytullah'ı haccetmenin faydalarındandır. Bundan dolayıdır ki hac ibâdeti, Allah Teâlâ yolunda yapılan bir tür cihad sayılmıştır.
Bu esaslar için saydığımız ve daha saymadığımız diğer faydalar, İslâm ümmetinden hak dîni Allah Teâlâ için kabul eden, adâlet ve doğrulukla insanlara davranan, temiz ve berrak İslâmî bir ümmet kılar. Çünkü İslâm dîninin diğer hükümleri, bu saydığımız esasların düzgün olmasıyla düzelir ve ümmetin durumu, dînlerinin düzgün olmasıyla düzene girer. Yine, dînlerinden düzgün olan şeyleri kaybettikleri kadarıyla da hallerinden düzgün olan şeyleri ellerinden kaçırırlar. Bu gerçeği görmek isteyenler, Allah Teâlâ'nın şu âyetlerini okusun:
"O ülkelerin halkı, (elçilerini tasdik edip onlara tâbi olarak) îmân etseler ve (Allah'ın kendilerine yasakladığı şeylerden uzak durarak) gereği gibi sakınsalardı, elbette onların üzerine gökten ve yerden nice bereket kapıları açardık.Fakat onlar,yalanladılar.Biz de yaptıklarından (küfür ve günahlarından) dolayı onları helâk edici bir azapla cezâlandırdık. Yoksa o ülkelerin halkı geceleyin uyurlarken, kendilerine azabımızın gelmeyeceğinden emîn mi oldular? Ya da o ülkelerin halkı, kuşluk vakti (dünyalık şeylerle) eğlenirlerken, kendilerine azabımızın gelmeyeceğinden emîn mi oldular?[1] Onlar, Allah'ın hîlesinden ve kendilerine süre tanınmasından emîn mi oldular? Fakat hüsrana uğrayıp helâk olan topluluktan başkası, Allah'ın bu hîlesinden emîn olamaz."
Geçmiş ümmetlerin tarihine bir bakın. Çünkü akıl sahipleri ile kalpleri ve gözleri arasına perde çekilmeyen (gören) gözler için tarihten alınacak nice ibretler vardır.
Allah Teâlâ'nın özellikle bu iki vakti zikretmesinin sebebi; insanların, diğer vakitlere göre bu iki vakitte daha gâfil olmalarındandır. Bu sebeple bu iki vakitte azabın gelmesi, daha korkunç ve dehşetli olur. (Çeviren)
A'râf Sûresi: 96-99